16 Mayıs 2011 Pazartesi

KULLANILAN MALZEMELER

Kalem: Hat sanatında da yazının temel aracı kalemdir. Hat sanatında kalem olarak daha çok kamış kullanılır. Kamışın ucu yazılacak yazının kalınlığına göre makta denilen sert maddelerden yapılmış altlığın üstünde eğik olarak tutulur ve kalemtıraş olarak adlandırılan özel bir bıçakla yontularak belli bir açıda kesilir. Celi yazılar da ise ağaçtan yapılmış kalın uçlu kalemler kullanılır.

Mürekkep: Hat sanatında kullanılan mürekkep de özel olarak hazırlanır. İs ile arapzamkının dövülmesi neticesinde elde edilen bu mürekkep akıcı biçimde yazı yazmayı sağlar, yanlış yazma durumunda da kolayca silinir.

Kağıt: Hat sanatında kullanılan kağıtlar da özeldir. Kağıtlar evvela hamurları ne olursa olsun, nebati ve madeni boyalarla çeşitli renklere boyanırlar. Mürekkebi emip dağıtmaması, kaleme akıcılık sağlaması için kağıtların yüzeyine âhar denilen bir madde sürülür ve daha sonra da mührelenir.

Hokka : Mürekkep hokka içinde saklanır. Camdan başka pişmiş topraktan, metalden, çeşitli ağaçlardan hokka yapılabilir. Kalem sokulduğunda uç dibine vurup bozulmasın diye hokkanın içine laka denen bir tutam ham ipek konur.


YAZI ÇEŞİTLERİ

1- Kufi yazı: İslam yazısının en eski örneği olan bu yazı, İslamiyetin zuhurunda Arap yarımadasının birçok yerinde kullanılmakta idi. Nitekim ilk Kur'an-ı kerimler bu yazı ile yazılmıştır. Düz çizgiler ve köşelerden oluşan bir yazı çeşididir. Kufi denilen yazının en temelli karakteri geometrik olmasıdır.

2- Sülüs: Sülüs yazı hicretin 4. yılında ortaya çıkmıştır. Kufi yazıdaki düz ve köşeli şekiller bu yazıda yerini yuvarlaklığa ve eğri çizgilere bırakmıştır. Sülüs yazının, bir santim veya daha fazla genişlikte açılmış kalemle yazılmış olanına “ celi sülüs ” adı verilir. Büyük levhalar, kitabeler ve birçok mezar taşları bu yazıyla yazılmıştır.

3- Nesih: Nesih,sülüs türünün gövde oluşları bakımından en ilkel olan şeklidir. Nesih yazısının gövdesi,sülüs ve celi tiplerine göre çok yalındır. Kalem uç genişliği sülüsünkinin üçte biri kadardır. Kur'an-ı kerim, Delail, En'am, Hadis kitapları, Tefsirler ve Divanların yazılmasında bu yazı kullanılmıştır.

4- Muhakkak: Sülüs yazıdaki harflerin yatay kısımlarının daha genişletilmesi sonucunda ortaya çıkmış bir yazı çeşididir.

5- Rıka': Buna, nesih yazının dişsiz, yuvarlak ve kıvrak bir çeşidi diyebiliriz. İcazetler bu yazı ile yazıldığı için “ icazet yazısı ” da denilir.

6- Tevki: Sülüs yazının daha değişik ve ufaltılmış bir türüdür. Daha ziyade resmi evrakta kullanılmıştır.

7- Talik: Bütün harfleri yuvarlağımsı olan bu yazı, her şeyden evvel çizgilerin bir musikisidir. İran'da icat edilmiştir. Bir santim veya daha fazla genişlikte açılmış kalemle yazılmış olanına “ celi talik ” adı verilir. 

HAT SANATI


Hat sanatı denilince Kur'an harfleri çevresinde oluşmuş güzel yazı sanatı akla gelir. Bu sanat Kur'an harflerinin 6 ile 10. yüzyıllar arasında geçirdiği uzunca bir gelişme döneminden sonra ortaya çıkmıştır. Kuran-ı Kerim'in bir araya toplanmasından sonra, İslam dininin bilime verdiği özel önemin etkisiyle, çok sayıda katip yetişmiş, yazı da doğal olarak büyük aşamalar göstererek önemli sanat kolu olmuştur. Bu yazının ilk biçimi olan ve adını Kufe kentinden alan köşeli karakterli kufi yazısının yerini 9. yüzyıldan sonra aklam-ı sitte (altı çeşit yazı) almaya başladı. H at sanatı, tarihi seyir içersinde yer yer ve kol kol gelişmiş, mükemmelleşmiş ve güzel sanatlar arasında seçkin yerini fiilen almıştır. Bunun farkına varamayanlar, garp tarihçilerinin adetlerine uyarak hat sanatına “mimari süsleme” deyip geçmişlerdir. Oysa ki mushaflar, cüzler, hilyeler, fermanlar, murakkalar, meşkler, karalamalar gibi değişik konularda verilmiş nice eserler vardır ki mimari süsleme ile hiçbir alakası yoktur.


Hat sanatı;
“Cismani aletlerle ortaya çıkan ruhani bir hendesedir” şeklinde tarif edilmiştir.
Aslı Finikeliler'den gelen ve Nebat kavmince kullanılırken Araplar'a geçen ve basit şekillerden ibaret olan bu yazı çeşidi, İslamiyet'in gelişi ile beraber önem kazanmıştır. Kavim yazısı olmaktan çıkıp ümmet yazısı haline gelmiştir. Bu bakımdan “Arap harfleri” yerine “İslam harfleri” yahut “Kur'an harfleri” ifadesini kullanmak daha yerinde olacaktır. Kur'an ve hadislerin doğru tespiti için yapılan çalışmalar hat ilmini, o kutsal ibareleri güzel yazma gayreti ise hat sanatını meydana getirmiştir. Sadece okuma yazma vasıtası olan bir takım basit şekillerden böylesine güçlü bir estetik ortaya çıkıvermesi İslam'ın bir mucizesidir.

Türkler, hat sanatıyla Anadolu'ya geldikten sonra ilgilenmeye başlamışlar ve bu alanda en parlak dönemlerini de Osmanlılar zamanında yaşamışlardır. Yakut-ı Mustasımi'nin Anadolu'daki etkisi 13. yüzyıl ortalarından başlayıp 15. yüzyıl ortalarına kadar sürdü. Bu yüzyılda yetişen Şeyh Hamdullah (1429-1520) Yakut-ı Mustasımi'nin koyduğu kurallarda bazı değişiklikler yaparak yazıya daha sıcak, daha yumuşak bir görünüm kazandırmıştır. Türk hat sanatının kurucusu sayılan Şeyh Hamdullah'ın üslup ve anlayışı 17. yüzyıla kadar sürmüş,daha sonraları, Hafız Osman, Rakım Efendi, Şevki ve Sami Efendi gibi dahi sanatkarların hizmetleriyle varabilceği doruk noktasına yücelmiştir. 


Türkler, altı tür yazı dışında, İranlılar'ın bulduğu tâ'lik yazıda da yeni bir üslup ortaya koydular. Önceleri İran etkisinde olan tâ'lik yazı 18. yüzyılda Mehmed Esad Yesari (ö. 1798) ile oğlu Yesarizade Mustafa İzzet'in (ö. 1849) elinde yepyeni bir görünüm kazandı.

Hat sanatının doğduğu dönemde ortaya çıkan altı tür yazı ile İranlılar'ın bulduğu tâlik dışında başka birçok yazı türü daha vardır. Bunların bir bölümü fazla yaygınlaşamamış, bir bölümü de belli alanlarda kullanılmıştır. Örneğin Türkler'in geliştirdiği divani yazı yalnızca Divan-ı Hümayun'da yazılan önemli belgelerde, yazılması ve okunması özel eğitim gerektiren siyakat ise mali kayıtlarda kullanılmıştır. Kolay yazıldığı için günlük yaşamda yaygın olarak kullanılan bir yazı türü olan rik'a da 19. yüzyılda sanat yazısı durumuna gelmiştir.

Sultanların imzası olan tuğralar ise, tuğrakeş adı verilen kimseler tarafından hazırlanmaktaydı. Sultanların mührü niteliğindeki tuğraların,
doğal olarak her sultanla birlikte, biçimi ve metni değişmekte, böylece zengin bir tuğra dizisi elde edilmiş bulunmaktadır. Tuğralar, fermanlarda, anıtsal yapıların girişlerinde ve gerekli diğer bölümlerinde sultanların simgesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Fermanlardaki tuğraların tezhipli örneklerini bugün başta İstanbul olmak üzere müzelerde rastlamak mümkündür.

Hat sanatıyla uğraşan kişiye “hattat” adı verilir. Hattatlar yüzyıllar boyu usta-çırak ilişkisi içinde yetişmişlerdir. Hat sanatını öğrenmeye heveslenen kişi bir hattattan ders almalıdır. Başlangıçta harflerin tek tek yazılışları, sonra iki harfin birleşme biçimleri ve bunun kuralları öğrenilir. Ardından ikiden fazla harfin birleştirilmesine yani satır çalışmasına geçilir.

Bunun için genellikle önce uzunca bir kaside, sonra bazı ayet ve hadisler, dualar özlü sözler yazılır. Ortalama üç beş yıl kadar süren bu eğitimin sonunda hattat adayı iki ya da üç hattatın önünde yazı yazarak bir çeşit sınav verir. Hattatlar bu yazıyı beğenirlerse altına imzalarını koyarlar. Buna, “icazetname” adı verilir. İcazetname almamış kişi hattat sayılmaz, dolayısıyla yazdığı bir yazının altına adını koyamaz. Osmanlılar döneminde, hattatlar arasında en kıdemli ve usta olana, hattatların reisi (reisü'l-hattatin) adı verilirdi. Onun ölümünde yerine bir başkası geçerdi. 



 

MİNYATÜR

Çok ince işlenmiş ve küçük boyutlu resimlere ve bu tür resim sanatına verilen addır. Ortaçağda Avrupa’da elyazması kitaplarda baş harfler kırmızı bir renkle boyanarak süslenirdi. Bu iş için, çok güzel kırmızı bir renk veren ve Latince adı minimum olan kurşun oksit kullanılırdı. Minyatür sözcüğü buradan türemiştir. Bizde ise eskiden resme nakış ya da tasvir denirdi. Minyatür için daha çok nakış sözcüğü kullanılırdı. Minyatür sanatçısı için de resim yapan, ressam anlamına gelen nakkaş ya da musavvir denirdi. Minyatür daha çok kâğıt, fildişi ve benzeri maddeler üzerine yapılırdı.


Minyatür, doğu ve batı dünyasında çok eskiden beri bilinen bir resim tarzıdır. Ama minyatürün bir doğu sanatı olduğunu, batıya doğudan geldiğini ileri sürenler vardır. Doğu ve batı minyatürleri resim sanatı yönünden hemen hemen birbirinin aynı olmakla birlikte renk ve biçimlerde, konularda ayrılıklar görülür. Minyatür, kitapları resimlemek amacıyla yapıldığından boyutları küçük tutulmuştur. Bu ortak bir özelliktir.

Doğu ve Türk minyatürlerinin bazı başka özellikleri de vardır. Bu minyatürlerin çevresi çoğu kez “tezhip denen bezemeyle süslenirdi. Minyatürde suluboyaya benzer bir boya kullanılırdı. Yalnız bu boyaların karışımında bir tür yapışkan olan arapzamkı biraz daha fazlaydı. Çizgileri çizmek ve ince ayrıntıları işlemek için yavru kedilerin tüylerinden yapılan ve “tüykalem denen çok ince fırçalar kullanılırdı. Boyama işi için de çeşitli fırçalar vardı. Resim yapılacak kâğıdın üzerine arapzamkı katılmış üstübeç sürülürdü. Renklere saydamlık kazandırmak için de bu yüzeyin üzerine bir kat da altın tozu sürüldüğü olurdu.

Bilinen en eski minyatürler Mısır’da rastlanan ve İÖ 2. yüzyılda papirüs üzerine yapılan minyatürlerdir. Daha sonraki dönemlerde Yunan, Roma, Bizans ve Süryani elyazmaları’nın da minyatürlerle süslendiği görülür. Hıristiyanlık yayılınca minyatür özellikle elyazması İncil’leri süslemeye başladı. Avrupa’da minyatürün gelişmesi 8. yüzyılın sonlarına rastlar. 12. yüzyılda ise minyatürün, süslenecek metinle doğrudan doğruya ilgili olması gözetilmeye ve yalnızca dinsel konulu minyatürler değil dindışı minyatürler de yapılmaya başlandı. Baskı makinesinin bulunuşuna kadar Avrupa’da çok güzel ve görkemli minyatürler yapıldı. Bundan sonra minyatür daha çok madalyonların üzerine portre yapmak için kullanıldı. 17. yüzyıldan sonra fildişi üzerine yapılan minyatürler yaygınlaştı. Daha sonra minyatür sanatına karşı ilgi azalmakla birlikte dar bir sanatçı çevresinde geleneksel bir sanat olarak sürdürüldü.


Selçuklular döneminde de minyatüre önem verildi. Selçuklular’ın İran ile ilişkileri nedeniyle minyatür sanatı İran etkisinde kaldı. Mevlana’nın resmini yapan Abdüddevle ve başka ünlü minyatür sanatçıları yetişti. Osmanlı Devleti döneminde ise 18. yüzyıla kadar İran ve Selçuklu etkisi sürdü. Fatih döneminde, padişahın resmini de yapmış olan Sinan bey adlı bir nakkaş, II. Bayezid döneminde de Baba Nakkaş diye tanınan bir sanatçı yetişti. 16. yüzyılda Reis Haydar diye tanınan Nigarî, Nakşî ve Şah Kulu ün yaptılar. Gene aynı dönemde, Bihzad’ın öğrencisi olan Horasanlı Aka Mirek de İstanbul’a çağrılarak saraya başnakkaş (başressam) yapılmıştı. Mustafa Çelebi, Selimiyeli Reşid, Süleyman Çelebi ve Levnî 18. yüzyılın ünlü nakkaşlarıdır. Bunlardan Levnî, Türk minyatür sanatında bir dönüm noktasıdır. Levnî, geleneksel anlayışın dışına çıktı ve kendine özgü bir biçim geliştirdi. 19. yüzyıl başlarında yenileşme hareketleriyle birlikte minyatürde de batı resim sanatının etkileri görüldü. Minyatür yavaş yavaş yerini bildiğimiz anlamda çağdaş resme bırakmaya başladı. Ama batıda olduğu gibi ülkemizde de geleneksel bir sanat olarak varlığını sürdürmektedir.

EBRU SANATININ MALZEMELERİ

Ebru Sanatinin Tarihçesi ve Malzemeleri
 

 
Türk el sanatının önemli bir dalı olan ebruculuğun hangi tarihte başladığı kesin olarak bilinmemektedir. Ebruya çok eski tarihli el yazması kitapların yan kağıtlarında (kapak ile kitabı birbirine bağlayan kağıt) rastlıyoruz. Fakat bu kitaplar yüzyıllardan beri okuna okuna yıpranıp tekrar cilt tamiri yapılmış olacağından o kitap içinde görülen bu ebrular, o kitabın yazılış tarihinde yapılan ebru olduğunu göstermez. Şu halde üzerinde tarih kayıtlı olmak şartıyla bir hat örneği ihtiva eden ebru kağıtları zamanı göstermek bakımından bir vesika sayılabilir.

 Hafif ebru denilen ve bilhassa üstüne yazı yazılmak gayesiyle açık ve soluk renklerle yapılan ebru kağıtlarında rastlanacak tarihler önem taşır. İşte o tarih ebru'nun da yapılış tarihi olabilir. Bilinen en eski ebru kağıdı 1554 yılına aittir. Ebrunun tarihi Malik-i Deylemi tarafından Gürcistan'da yazılmış italik kıt'ada geçen Arapça tarihten anlaşılıyor. Ebru kelimesi Çağatayca "Ebre", Farsça "Ebrî" bulutumsu, bulut gibi anlamına gelip, daha sonraları dildeki vokal değişmesiyle Ebru haline gelmiştir. Bütün klasik sanatlarımız gibi ebru sanatının tarihi hakkında tam bir bilgimiz yoktur. Ebru kağıdı çok eski devirlerde hat sanatının bir yardımcısı ve ciltçiliğin bir kolu olarak yaşamış bir sanattır.

 Kitap kaplarının içlerini yaprakları veya yazı levhalarının kenarlarını bordür olarak süslemek için kullanılmıştır. Bugün tekrar gündeme gelmiş, kendini yenilemiş olarak görülüyor. Son yıllarda resim gibi paspartolanmış ve çerçevelenmiş ebru çeşitleri ile sergiler açılıyor, çerçeveli veya çerçevesiz dükkanlarda satılıyor. Evlerimizi, bürolarımızı süslediği gibi gömleklerimizden sarkan kravat olarak ipekli kumaşlara basılmış görüyoruz. Dahası çinilere renk vererek hatip ve çiçekli battal veya çark-ı felek olarak girmiş, kırlentlerde aynı renk cümbüşüne karışan ebrularla göz zevkimize katılmış olduğunu görüyoruz. Büyük Türk yazarı Şemseddin Sami Bey Kâmûs-ı Türkî adlı lügâtında ebru için şöyle demektedir: "Ebru; aslı, Farsça Ebrî = bulut renginde ve daha doğrusu, Çağatayca Ebre = roba (elbise yüzü, kürk kabı) hare gibi dalgalı ve damarlı (kumaş, kağıt) = (isim) cüz ve defter kabı yapmak için kullanılan renkli kağıt.”

Görülüyor ki gerek Kâmûs-ı Türkî yazarı Şemseddin Sami Bey'in verdiği bilgiler gerekse bu sanatı Buhara'da öğrenmiş olan Sadık Efendi'nin verdiği bilgilere göre kelime, zaman süreci bazı değişikliklere uğramıştır. Aslı Çağatayca olan bu kelime Anadolu'ya göç sırasında İran'dan geçerken kelime benzerliği nedeniyle "ebri"ye yurdumuzda ise "ebru"ya dönüşmüştür.


Ebrunun kağıt üzerindeki bulutumsu görünüşü mermerdeki damarlara benzediği için Avrupalılar "papier marble", "marbled paper", Arap aleminde ise "Varak'l-i mucazza" yani damarlı kağıt olarak adlandırmışlardır.

Son zamanlarda ele geçen bir yazma risale ebru hakkındaki bilgi eksikliğini nispeten gidermiştir. 1608 yılında yazılmış olan bu Tertib-i Risale-i Ebrî o tarihte ebruya dair bilinenlerin bir araya getirildiği bir bilgi hazinesidir.
Kitap sanatları hakkında en eski kaynak eserlerimizden olan Menâkib-i Hunerveran 1586 da Gelibolu'lu Mustafa Ali Bey tarafından yazılmıştır.
Bu kitapta; hat, tezhip, minyatür, cilt, oyma sanatlarından ve onlarla meşgul olan kimselerden Herat'ta yetişenlere kadar söz edildiği halde ebruculuktan ve ebruculardan bahsedilmediği görülmektedir. Kitap sanatkârları hakkında bir diğer eser ise, merhum Kilis'li Rifat'ın çevirisi Nefeszade İbrahim Efendi'nin, hattatlar, aharcılık, kağıt boyamacılığı, mürekkepçilik gibi sanatlardan söz edilen "Gülizar-ı Savap" isimli eserlerinde de ebrudan ve ebrucudan hiçbir bahis olmadığı görülüyor.

Ebruda kullanılacak olan boyalarda; toprak boya olması, suda erimemesi ve yağ ihtiva etmemesi özellikleri aranır. Toprak boyalar tabiattaki renkli taşlardan, renkli kaya ve madeni boyalarla nebati asıllı suda erimeyen boyalardan elde edilir. Suda eriyen ve yağ ihtiva eden boyalar kullanıldığı takdirde boyaların bir kısmı kitreyi kirlettiği gibi kitre üzerinde durmaz ve dibe çöker.

Boyayı hazırlarken bir mermer veya kalın bir cam üzerine bir yemek kaşığı kadar konur, su ile macunu haline gelinceye kadar kürekle (spatül) karıştırılır. El taşı ile sabırla yavaş yavaş ezilmeye başlanır. Cam üzerinde değil de mermer veya benzeri taş üzerinde ezilecek olursa el taşı üzerinde boya ezilen taştan ayrı bir özellikte olması gerekir. Aynı taş unlanmaya sebep olmaktadır. Dağılan boya spatülle toplanır ve tekrar ezilir. Ezilme işi bitince spatülle toplanan boya ana kap tabir edilen bir büyük cam kavanoza alınır. Bol su ile karıştırılıp adeta yıkanan boya bir tülbent veya naylon çorap ile süzülür. Bu işlem birkaç defa tekrarlanır. Süzülen boya dinlenmeye alınır. Dinlenen boya durulur, dibe çöker, su üstte bembeyaz berrak kalır. Üstteki su dökülür ve boya istenen kaba alınır.

Yaldız boya su içerisinde iyice ezilmeye çalışılır. Çünkü ezildiği dahi belli olmaz. Bir çay kaşığı boya sanki kabarır, köpürür ve büyür. Bu ezme işi bitince dinlenmeye alınır. Dinlenen yaldızlı boya dibe çökmez üste çıkar, kullanılacağı zaman yine karıştırılır. Sarı yaldızlı boyaya sarı renk karıştırılarak, beyaz yaldızlı boyaya diğer renkler karıştırılmak suretiyle kullanılabilir. Yaldız kuruyan kağıt üzerinden elle dokununca çıkabilir. Kitre üzerinde yaldızları kalarak kitreyi kirletir. Tabii çivit (Lahor cividi) lok veya leş (vişne çürüğü) gibi boyaları piyasada bulmak pek zor. Ancak bunların yerine renkleri birbirine katarak yeni yeni renkler elde edilebilir.

Ebru boyaları bilhassa zırnık, zehirli olduğu için dikkat etmek lazımdır. Ebru üzerinde boya aralarını açmak ve derinlik görüntüsü vermek için neft, terebentin yağına çok az batırılan fırça ile boya serpilirse derinlik görüntüsü ve benekler elde edilir. Neftin işini limon kabuğuyla da görebiliriz. Battal ebru yapıldıktan sonra bir parça limon kabuğu ele alınıp yakın mesafeden tekne üzerine sıkılırsa kabuktan çıkan esans ebru üzerinde beyaz benekler ve boşluklar yapar.
Bugün pek çok ebrucu toprak boya bulamadıkları için bir kısım sentetik ve bitkisel boyalarla ebru yapıyorlar. Ebru bir renk sanatıdır. Renkler tabii ve pastel renklerin bir araya gelmesiyle güzelleşir.

Ebru yapımında kullanılan suyun özel içme suyu olması, kireç derecesi düşük ve bekletilip süzülmüş olması şarttır. Kaynatılan ve bekletilmiş suda olur. Eskiden yağmur suyu kullanılırmış. Suya kireç düşüren calgon katılmak suretiyle kireci düşük su da elde edilir ve kullanılır.

Boyanın yüzeyde durmasını ve kağıda kolayca geçmesini sağlayan kitre ebru sanatında en az boya kadar önemli bir maddedir.Her bölgenin kendine has kitresi vardır. Halk arasında kesire olarak da bilinen kitre geven adı verilen bir bitkinin (astragalus) gövdesinden sızan mayinin koyulaşmış şeklidir. Piyasada şerit veya plâka şeklinde olan kitrenin taze ve beyaz olanı ebru için uygundur. Kitre eczacılıkta, kozmetik ve dokuma sanayiinde, pasta yapımında ve pek çok yerde kullanılan yapışma kabiliyeti düşük bir zamk cinsidir. 35 x 50 x 5 cm'lik bir tekne için 30 - 35 gram kitre kafidir. Kitre bir kap içinde ıslatılıp bir gece bekletilir. Sonra iyice ovalanır, tekrar su katılarak karıştırılır.

Bu işlem salep kıvamına gelinceye kadar tekrarlanır. Bir bez torbaya aktarılır ve süzülür. Süzme işi iki üç defa tekrarlanır ve tekneye alınır. Tekneye alınan kitrenin hava kabarcıkları tekneye sekiz on kere kağıt atılarak hava kabarcığı ve köpük kalmayıncaya kadar alınır. Üstü kaymak tutmaması için kağıtla kapatılır. Kitre boya artıklarından, oda sıcaklığından, nemden etkilenir ve bozulur. Bozulan kitre su kıvamına döner ve hareket kabiliyeti azalır.

Kitre tekneye boşaltılır, bir gün bekletildikten sonra bütün boyalar aralıklarla bir aletle birer damla damlatılır. Boyalar sekiz santim açılıncaya kadar öd ayarı yapılır ve bir gün sonra aynı muamele tekrarlanır. Eğer sekiz santim açılıyorsa kitre istenilen kıvamda, on santimse kitrenin kıvamı sulu, altı santim açılıyorsa kitrenin kıvamı koyudur. Ona göre su katılır ve istenen kıvama getirilir. Kitre süzüldükten sonra yarım kahve fincanı formol katılır ve karıştırılır. Formol, tıp alanında kullanılan zehirli bir ilaçtır. Kitrenin bozulmasını geciktirir. Koyu renk ebru yapmak istenirse koyu kitre; açık renk ebru istenirse sulu kitre kullanılır. Kitre yerine keten tohumu, salep, ayva çekirdeği, deniz kadayıfı, hilbe (bey tohumu) kullanılır.

Öd, kitre üzerinde boyaların yayılmasını sağlar. Ebru yapımında ekseriyetle sığır ödü kullanılır. Sığır ödü 'Ben mari' sisteminde kaynatılır, soğumaya bırakılır. Dinlenen öd süzülür ve soğuk bir yerde saklanır. Boyaların kitre üzerinde dağılması, öd ayarına bağlıdır. Boyanın çok açılmasını ve yayılmasını istediğimiz zaman öd oranı yükseltilmelidir. Sanatkar yapacağı ebru çeşidine göre çok veya az öd ilâve eder. Öd aynı zamanda boyaların dibe çökmesini, renklerin birbirine karışmasını önler. Öd boyaya renk ve yapışkanlık verir. İyi ayarlanmamış ödlü boya, ya dibe çöker ya çok açılır. Çok ödlü boya üstünde barınacak boya daha çok ödlü boyadır. Sığır ödünün haricinde koyun ve kalkan balığı ödü de kullanılır. Eskiden tütün yaprağı ve haraza'nın suyu da kullanılırmış.

Ebru yapılacak tekne büyüklüğünde kesilen her türlü kağıtla ebru yapılabilir. Birinci hamur, ikinci hamur, üçüncü hamur kağıt kullanıldığı gibi pelur kağıt dahi olur. Kitre üzerinde biriken kirli renkleri ve köpükleri pelur ve üçüncü hamur kağıtla almak daha iyi ve kolaydır. Ebru yapılacak kağıtlarda gramaj oranı da pek önemli değildir. Kağıt yerine çeşitli kumaşlar, cam, tahta ve çinicilikte kullanılan bisküvilerde kullanılabilir. Yalnız bisküvi üstüne alınan boyalar toprak boya olduğu için sırlanıp çini fabrikalarında fırınlanınca renkler ya değişir, yahut da kaybolur.


Onun için toprak boya yerine çini boyasıyla ebru gibi çalışılıp yapılır ve sırlanıp fırınlanırsa o zaman renklerde hiç değişme olmaz. Ebru kağıtları teknenin içine serbestçe girip çıkacak şekilde kesilmelidir. Bir tarafı açıkta bırakacak şekilde olmaması gerekir. Çünkü atılan boya kitrede kalır.

Tekne, İçinde ebru yapımı gerçekleştirilen kaptır. Genellikle galvanizli paslanmaz sacdan yapıldığı gibi çinko, cam ve ağaçtan dahi yapılabilir. En çok 50x35x5 cm. boyutlarında yapıldığı gibi isteğe bağlı olarak çeşitli ebatlarda tekne yaptırılabilinir.
"Tekne açmak" demek, ebrucunun ebru yapmaya başlaması anlamına gelen bir sözdür.
"Tekne kapamak" çalışmanın bitmesi anlamına gelen bir sözdür.
"Tekne var" demek teknenin açık olduğunu belirtir.
"Tekne kapağı" demek ebrucu son yaptığı ebruyu tekneden dışarı almaz ise o ebruya kapak ebrusu denir.

Teknenin üstü açık kalınca kitre kaymak bağlar ve tekneye toz vb. düşer, onun için ya son ebru tekneden alınmaz yahut da başka bir boş kağıtla tekne kapatılır.
Kıl; hatip, çiçekli, gelgit, taraklı ebru yapılırken onlara şekil vermeye yarayan at yelesi veya at kuyruğundan alınıp kurşun kalem kalınlığında bir tahtanın uç kısmına yerleştirilmiş bir alettir.

Çeşitli kalınlıklarda paslanmaz çelik veya bakır tellerden ir tahta veya ağaçların dallarına yerleştirilerek bız (tel) yapılır. Hatip, çiçekli, gelgit ebrusu yapımında kullanılır.
Fırça, boyaları tekne üzerine serpmeye yarar. Ebrucu fırçasını kendi yapar. Piyasada yağlı boya veya suluboya fırçalarıyla ebru yapılmaz 25-30 cm. parmak kalınlığında sopanın ucuna yaşlı at kuyruğundan alınan kıllarla naylon veya sağlam bir iple güzelce bağlanarak fırçalar yapılır. Her boyanın kendi fırçası vardır.


EBRU SANATI



 
Türk el sanatının önemli bir dalı olan ebruculuğun hangi tarihte başladığı kesin olarak bilinmemektedir. Ebruya çok eski tarihli el yazması kitapların yan kağıtlarında (kapak ile kitabı birbirine bağlayan kağıt) rastlıyoruz. Fakat bu kitaplar yüzyıllardan beri okuna okuna yıpranıp tekrar cilt tamiri yapılmış olacağından o kitap içinde görülen bu ebrular, o kitabın yazılış tarihinde yapılan ebru olduğunu göstermez. Şu halde üzerinde tarih kayıtlı olmak şartıyla bir hat örneği ihtiva eden ebru kağıtları zamanı göstermek bakımından bir vesika sayılabilir.

 Hafif ebru denilen ve bilhassa üstüne yazı yazılmak gayesiyle açık ve soluk renklerle yapılan ebru kağıtlarında rastlanacak tarihler önem taşır. İşte o tarih ebru'nun da yapılış tarihi olabilir. Bilinen en eski ebru kağıdı 1554 yılına aittir. Ebrunun tarihi Malik-i Deylemi tarafından Gürcistan'da yazılmış italik kıt'ada geçen Arapça tarihten anlaşılıyor. Ebru kelimesi Çağatayca "Ebre", Farsça "Ebrî" bulutumsu, bulut gibi anlamına gelip, daha sonraları dildeki vokal değişmesiyle Ebru haline gelmiştir. Bütün klasik sanatlarımız gibi ebru sanatının tarihi hakkında tam bir bilgimiz yoktur. Ebru kağıdı çok eski devirlerde hat sanatının bir yardımcısı ve ciltçiliğin bir kolu olarak yaşamış bir sanattır.

 Kitap kaplarının içlerini yaprakları veya yazı levhalarının kenarlarını bordür olarak süslemek için kullanılmıştır. Bugün tekrar gündeme gelmiş, kendini yenilemiş olarak görülüyor. Son yıllarda resim gibi paspartolanmış ve çerçevelenmiş ebru çeşitleri ile sergiler açılıyor, çerçeveli veya çerçevesiz dükkanlarda satılıyor. Evlerimizi, bürolarımızı süslediği gibi gömleklerimizden sarkan kravat olarak ipekli kumaşlara basılmış görüyoruz. Dahası çinilere renk vererek hatip ve çiçekli battal veya çark-ı felek olarak girmiş, kırlentlerde aynı renk cümbüşüne karışan ebrularla göz zevkimize katılmış olduğunu görüyoruz. Büyük Türk yazarı Şemseddin Sami Bey Kâmûs-ı Türkî adlı lügâtında ebru için şöyle demektedir: "Ebru; aslı, Farsça Ebrî = bulut renginde ve daha doğrusu, Çağatayca Ebre = roba (elbise yüzü, kürk kabı) hare gibi dalgalı ve damarlı (kumaş, kağıt) = (isim) cüz ve defter kabı yapmak için kullanılan renkli kağıt.”

Görülüyor ki gerek Kâmûs-ı Türkî yazarı Şemseddin Sami Bey'in verdiği bilgiler gerekse bu sanatı Buhara'da öğrenmiş olan Sadık Efendi'nin verdiği bilgilere göre kelime, zaman süreci bazı değişikliklere uğramıştır. Aslı Çağatayca olan bu kelime Anadolu'ya göç sırasında İran'dan geçerken kelime benzerliği nedeniyle "ebri"ye yurdumuzda ise "ebru"ya dönüşmüştür.


Ebrunun kağıt üzerindeki bulutumsu görünüşü mermerdeki damarlara benzediği için Avrupalılar "papier marble", "marbled paper", Arap aleminde ise "Varak'l-i mucazza" yani damarlı kağıt olarak adlandırmışlardır.

Son zamanlarda ele geçen bir yazma risale ebru hakkındaki bilgi eksikliğini nispeten gidermiştir. 1608 yılında yazılmış olan bu Tertib-i Risale-i Ebrî o tarihte ebruya dair bilinenlerin bir araya getirildiği bir bilgi hazinesidir.
Kitap sanatları hakkında en eski kaynak eserlerimizden olan Menâkib-i Hunerveran 1586 da Gelibolu'lu Mustafa Ali Bey tarafından yazılmıştır.
Bu kitapta; hat, tezhip, minyatür, cilt, oyma sanatlarından ve onlarla meşgul olan kimselerden Herat'ta yetişenlere kadar söz edildiği halde ebruculuktan ve ebruculardan bahsedilmediği görülmektedir. Kitap sanatkârları hakkında bir diğer eser ise, merhum Kilis'li Rifat'ın çevirisi Nefeszade İbrahim Efendi'nin, hattatlar, aharcılık, kağıt boyamacılığı, mürekkepçilik gibi sanatlardan söz edilen "Gülizar-ı Savap" isimli eserlerinde de ebrudan ve ebrucudan hiçbir bahis olmadığı görülüyor.

ÇİNİ NEDİR?

Çini, toprağın pişirildikten sonra şekil verilip kap-kacak, tabak, vazo, sürahi vb. eşyalar üretilmesine dayalı bir el sanatıdır. Aynı zamanda fayans, porselen tabak, seramik gibi eşyaların süslenmesinde kullanılan bir yüzü sırlı, renkli dekor ve motiflerle işlenmiş kaplama malzemesine, bu malzemeyle işlenmiş eşyalara çini, bu süsleme işine de çinicilik denir.